Okuduğum bir habere göre Türkiye’deki eğitim sistemi dünyada en sonlarda yer alıyormuş. Şu anda eğitim sistemimize “eğitim sistemi” demek yerine “beyin yıkama sistemi” desek daha doğru olur. Bizim eğitim sistemimizde genç zihinlere “hakikati otorite olarak görmek” yerine “otoriteyi hakikat olarak kabul etmek” öğretiliyor. Şu anki eğitim sistemi adeta bu mantıkla işliyor. “Biriyle konuşmak” ile “birine konuşmak” farklı şeylerdir öyle değil mi? Monolog ve diyaloğun farkı gibi. Şu anki eğitim sistemi maalesef otoritenin (öğretmenin) anlattığı bilgilerin öğrenci tarafından sorgusuz sualsiz kabul edilmesini ve ezberlenmesini temel alıyor.
Bizim eğitim sistemimizde öğretmenlerin yaptıkları şey sadece bir zamanlar kendi öğretmenlerinden öğrendikleri ve nesiller boyunca incelenmekten ve güncellenmekten kaçınmayı başaran bilgileri yeni nesillerin kovalarına aktarıp, o bilgilerin ebedi döngüsünü hiçbir güncelleme olmadan sürdürmeye çalışmaktan ibaret. Öğretmenler “bilgiyi tekrar eden anlatıcılar” haline gelmişler. Bunu bir makine, bir robot da yapabilir öyle değil mi? Oysa çocuklar kendi öğrenme süreçlerinin efendisi olmalılar. Bizim eğitim sistemimizde çocukların zihinleri adeta birer “bilgi depolama ambarı” olarak görülüyor. Bir bilgisayara hangi programı yüklerseniz onu çalıştırır değil mi? Çünkü onlar birer makine. Oysa insanoğlunu makinelerden ayıran en önemli özelliklerinden bazıları; zeka, sağ duyu, mantıklı düşünme… ve hatta mantıksız düşünme değil midir? Bizim eğitim sistemimiz düşünmeyi değil, bilgiyi olduğu gibi konteynere atıp orada küflenmesini beklemeye teşvik ediyor. Bizi insan yapan bir başka bir özelliğimiz olan “özgür irade” ise şu an içinde bulunduğumuz “gözetlenen toplum psikolojisi” sebebiyle yok olmaya başlamış durumda. İnsanlar sürekli izleniyor olduğu hissiyle yaşadığı için artık hiç sorgulamadan, sadece kendisine dikte edildiği gibi davranma eğilimi gösteriyorlar. Otorite figürü tarafından ifade edilen her şeyin “mutlak hakikat” olarak benimsenmesi adeta bir kural haline gelmiş durumda. Eğitim sistemimiz de bu mantıkla çalışıyor. Bilgiyi ezberle, sorulduğunda aynen öğretildiği gibi cevapla, (ne eksik ne fazla) böylece sana bir puan verilsin, ezberleme ve papağan gibi tekrar etme yeteneğine göre sınıflandırıl… Öğretmenin ne öğrettiyse, o mutlak gerçekliktir. Aman sakın yorum yapma, eleştirme, sorgulama…
İşte bu “fabrikasyon eğitim modeli”, sistem için itaatkar işçiler yaratmak üzere seri üretim yapan bir model. Öğrenciler yaratıcı, organik ve araştırmacı insanlar olarak değil, bir makinenin parçaları gibi muamele görüyor. Yaratıcılık ve keşfetme becerileri köreltiliyor. Bu eğitim sistemi, insan olmanın meraklı doğasını filtreleyerek, sisteme karşı olası bir muhalefetin önlenmesine odaklanmış durumda. Sistem, düşünen ve yorum yapan birey istemiyor. İnsanların yöntemi sorgulamasını bile istemiyor. Bu eğitim sistemi, tüm gücü sistemin komuta merkezinde bulunanların elinde tutmak için, kolayca manipüle edilebilen ve kontrol edilebilen bir toplum istiyor gibi görünüyor.
Okullarda eleştirel düşünme becerilerinin öğretilmemesi gerektiğini düşünenler var. “Ben kimseye bir şey öğretemem; onları sadece düşündürürüm” diyen Sokrates bugün yaşasaydı muhtemelen bu sistemle dalga geçerdi.
Eğitim sistemimizdeki beyin yıkama sorununu çözeceksek, cevaplar vermek yerine sorular sormayı öğrenmeye ve soru sormayı öğretmeye başlamalıyız. Çünkü “hakikat” öğrenme, araştırma ve sorgulama süreciyle elde edilir. Çocuklar cevapları kendileri aramaya ve bulmaya teşvik edilmelidir. Öğretmenlerin sorumluluğu; çocukların sorulara cevap bulmaları ve anlamlı keşifler yapmaları için gerekli olan araçları ve kaynakları sağlamak olmalıdır. Çocukları araştırmaya ve düşünmeye teşvik eden iyi kurgulanmış bir soru, herhangi bir cevaptan daha fazla ilham verebilir. Yeni bir eğitim sistemi arayışımızda odaklanmamız gereken şey, “öğrenmeyi öğretmek”, sağlıklı tartışmayı teşvik etmek ve öğrencilerin kendi sonuçlarını kendilerinin bulmalarını sağlamaktır. Öğrencilerin bir diyalog başlatabilme ve sürdürebilme becerileri kazanmalarını sağlamak, araştırmayı ve tartışmayı teşvik etmek, kendi yaratıcı sonuçlarını bulmaları için izlemeleri gereken yolları öğretmek, keşfetmelerine imkan vermek, onları sorgulayan ve keşfeden yaratıcı bireyler haline getirmek, çok önemlidir. Bu da onlara birer bilgi konteyneri muamelesi yapmakla mümkün olmayacaktır. Ezbere dayalı sistemde öğretmenler maalesef şu anda fabrikasyon eğitim sisteminin mekanik parçalarından biri haline gelmiş durumda. Modern dünyada çocuklar nasıl öğrenmek, nasıl çalışmak ve başarısızlıktan sonra nasıl yoluna devam etmek gerektiğini öğrenmek zorunda. Eğitimin amacı “kişilik yaratmak” olmalı.
Öğrenme Güçlüğü mü, Öğretme Güçlüğü mü?
Dünyada 2000 şubesi bulunan bir İngilizce eğitim kurumları zincirinin Türkiye master franchise şirketinin üst düzey yöneticiliğini yaptığım dönemde 40 şubeye ulaşan eğitim kurumlarımızda İngilizce öğretmenleri işe almak istediğimizde yaklaşık 80 İngilizce öğretmeni ile yüz yüze mülakat yapma şansı bulmuştum. Mülakatın bir bölümünde adayların İngilizceye hakimiyet düzeylerini görmek için sohbetimize İngilizce olarak devam etmek istediğimi belirttiğimde başvuru sahibi öğretmenlerin %90’ı mülakata İngilizce devam edersek konuşurken heyecandan hata yapabileceklerini söyleyerek biraz da mahcup bir şekilde “İngilizce konuşmasak olmaz mı?” diye sormuştu. Sohbetimize İngilizce devam etme isteğimde ısrarcı olduğumda bu 4 yıllık lisans mezunu İngilizce öğretmenlerinin %90’ının İngilizceyi akıcı konuşamadığını, hatta bazılarının adeta hiç konuşamadığını görmek beni çok şaşırtmıştı. Birçoğu sadece başlangıç düzeyinde İngilizce konuşabiliyordu. Burada eleştirilmesi gereken kişiler bu öğretmenler değil, eğitim sistemimiz değil midir? Bizim ülkemizde bir öğrencinin sınav sonuçları kötü geldiğinde, genelde çocuktaki “öğrenme” güçlüğünden bahsediliyor. “Öğretme” güçlüğü çeken öğretmenlerin durumu ise görmezden geliniyor.
PISA testinde Türkiye yine tüm alanlarda OECD ortalamasının altında.
Açılımı “Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı” olan PISA, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından üçer yıllık dönemler hâlinde, 15 yaş grubundaki öğrencilerin kazanmış oldukları bilgi ve becerileri değerlendiren bir araştırmadır. PISA’da zorunlu eğitimin sonunda örgün eğitime devam eden 15 yaş grubundaki öğrencilerin; matematik okuryazarlığı, fen bilimleri okuryazarlığı ve okuma becerileri konu alanlarının dışında, öğrencilerin motivasyonları, kendileri hakkındaki görüşleri, öğrenme biçimleri, okul ortamları ve aileleri ile ilgili veriler toplanmaktadır. Araştırmaya katılan ülkelerde; örgün öğretimde kayıtlı olan 15 yaş grubu öğrencilerin bulunduğu tüm okullar (Ortaokul, Anadolu Lisesi, Fen Lisesi, Sosyal Bilimler Lisesi, Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi, Spor Lisesi, Anadolu İmam Hatip Lisesi, Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi, Çok Programlı Anadolu Lisesi) araştırmaya katılabiliyor ve PISA araştırmasına katılacak olan okul ve öğrencilerin seçim işlemi, OECD tarafından tesadüfi (seçkisiz) yöntemle belirleniyor.
OECD tarafından 79 ülkeden 15 yaş grubu 10 milyondan fazla öğrencinin katılımıyla 3 yılda bir yapılan PISA 2018 yılı test sonuçlarına göre Türkiye matematikte 3 yıl önceki testte 48’inci sıradayken 2018’de 42’inci sıraya çıkmış. Okuduğunu anlamada ise 49’uncu sıradan 40’ıncı sıraya yükselmiş. Bu gurur duymamız gereken bir durum mu emin değilim. Geçmişe baktığımızda Türkiye 2003 yılında yapılan Türkiye PISA testinde 41 ülke arasında; fende 33, matematikte 35, okuduğunu anlamada ise 35’inci sıradaymış. 2015 yılında 72 ülke arasında; fende 51, matematikte 48, okuduğunu anlamada 49’uncu sıradaymış. 2018 PISA sonuçlarına göre Türkiye 37 OECD ülkesi arasında 31. sırada yer almış. Türkiye daha önceki PISA sonuçlarında olduğu gibi yine tüm alanlarda OECD ortalamasının altında kalmış.
Peki ya üniversitelerimiz ne durumda?
LONDRA merkezli yüksek öğretim derecelendirme kuruluşu Times Higher Education (THE), 92 ülkeden 1300’ün üzerinde yükseköğretim kurumunu araştırma etkisi, uluslararası görünüm, endüstri bağlantıları ve öğretim kalitesi” kriterlerine göre sıralamış. 2020 sıralamasında bu yıl listede ilk defa yer alan Çankaya Üniversitesi, Sabancı ile birlikte 401-500 sıra bandıyla Türkiye’den en iyi temsili elde etmiş. Bilkent, Hacettepe ve Koç üniversiteleri 501-600 sıra bandında yer almış; Boğaziçi, İTÜ ve ODTÜ 601-800 sıra bandında yer almış. Sabancı Üniversitesi’nin geçen yılki 351-400 sıra bandındaki konumunu kaybetmesiyle de hiçbir Türk üniversitesi ilk 400’e girememiş.
Düşünme, sorgulama, filtreleme ve keşfetme becerilerimiz köreltildikçe, yeni nesil oto pilot modunda ilerlemeye (aslında gerilemeye) devam edecek ve sistemin başındaki kişilerin toplumu her yönden domine etmesine, baskılamasına ve itaatkar birer makine muamelesi yapmayı sürdürmelerine izin vermiş olacağız. Başarısız bir sistemde ısrarcı olmanın anlamı nedir, anlamak mümkün değil. Kendi geliştirdiğimiz eğitim sistemi bu kadar başarısız ise o zaman örneğin Finlandiya’nın eğitim sistemini al kendinde uyarla ve yeni nesilleri başarısı kanıtlanmış yeni sistemle yetiştir… 21. yüzyılda çağı yakalamak ve ülkemizi gerçekten ileriye taşımak için en önemli silahlar F35’ler, S-400 füzeleri veya SIHA’lar değil, EĞİTİM’dir. Dünyada başarısı kanıtlanmış mükemmel eğitim sistemleri varken hala el yordamıyla, deneme yanılma yöntemleriyle, ucube eğitim sistemleriyle vakit kaybetmenin ne topluma ne memlekete hiçbir faydası olmadığı malum. Bu ülkenin bir bireyi olarak yetersizliklerle dolu eğitim sistemimizin çağdaş, etkili ve verimli bir eğitim sistemine evirilmesini canıgönülden temenni ediyorum. Eğitim sistemimizi gerçekten acilen revize etmeliyiz. Lütfen.